Habertürk
Yerel Haber Hattı 0536 266 79 69
KONUŞMAYI BAŞLAT
Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

Yıllar önce bir gazetenin hafta sonu ekinde hayat bulan ve severek takip edilen “Komiser Nevzat” karakteri, suç dünyasında adaletin peşinde koşmaya devam ediyor. Ahmet Ümit, son romanı Yırtıcı Kuşlar Zamanı'nı Habertürk'ten Didem Arvas'a anlattı. Bir cinayetin anatomisinden insan ruhunun anatomisine yolculuk eden Ahmet Ümit, son romanından hareketle bugünlerde yaşanan şiddet olaylarını Habertürk için değerlendirdi.

- Öncelikle merak ettiğim şu soruyla başlamak istiyorum. Komiser Nevzat’ın yirmi küsür sene önce hafta sonu ekinden başlayan hikayesi bugün nasıl böyle ikonik bir karaktere dönüştü sizce?

Valla, nasıl evet yani bu çok enteresan bir şey. Hani polisiye yazarların karakterleri vardır. Agatha Christi’nin Hercul Poirot’u ve Miss Marple’ı var mesela. Sir Arthur Conan Doyle Sherlock Holmes’u vardır. Ama ben böyle birşey düşünmüyordum. İşte ta ki bir günlük gazete Pazar günleri için benden bir öykü isteyene kadar Polisiye öyküyü yazarken dedim bir hadi bir adam olsun Nevzat, Nevzat’ın yanına da bir yardımcı koyalım genç bir çocuk olsun Ali, böyle başladık. Fakat enteresan bir şey oldu, çok okundu. Güzel hoşlarına gitti, televizyoncular beni aradılar. Rahmetli Türker abi Türker İnanoğlu beni aradı, dedi Ahmet biz bunu dizi yapalım.

-Hemen üstüne mi geldi?

Evet üstüne geldi. Haftada bir yayınlanıyordu. Ama dedi biraz değiştirmek istiyorum. Ney nasıl değiştireceksin abi? Ya dedi bir minibüs olsun bunlar minibüsün içinde olayları kovalasın. Dedim abi ben bunu yapmam ama sana bir 3 bölüm yazayım sen bunu kullan ben adımı kullanma. Arka sokaklar hikayesi öyle çıktı. Ben yine sabit bir karakter olmasın düşüncesindeydim ki Uğur Yücel aradı. Uğur Yücel “ya bizi bunu dizi yapalım” dedi. “Karanlıkta Koşanlar” diye bir dizi yaptık. Baktım ki bizim başkomiser Nevzat sinemacıların elinde gidiyor bir yerlere, dedim ya bi dakika ben giderek Nevzat’ı sevmeye başladı. Ben de ısındım yani ben de sevmeye başladım.

-En son siz mi ısındınız yani?

En son ben (kahkahalar). Kavim’in ardından İstanbul Hatırası romanımı yazdım. O roman insanların Nevzat’la buluşma noktası oldu. Sadece Türkiye’de değil o ktiabım aşağı yukarı otuza yakın dile çevrildi. Nasıl tepkiler alıyorsunuz yabancı dilde okuyan okurlarınızdan? Çok iyi tepkiler alıyorum. Nevzat hem Türkiye’de hem dünyada ünlü bir karaktere dönüşmeye başladı.

-Yani dünyaca tanınan görsel bir karaktere de evrilebilir mi Nevzat?

Olabilir. Mümkündür.

- Yakında çok iyi bildiğimiz bir dijital platformda Nevzat’ın hikayesinin diziye uyarlanacağına dair dedikodular da var. Bunlar doğru mu?

Anlatayım. Önce doğruydu. Şirketin ismini vermeyeyim şimdi ayıp olmasın. Bir Atatürk filmiyle ilgili bir tartışma çıktı ve o şirket çekildi Türkiye’den. Onlar film haklarını almışlardı, o tartışmadan sonra proje sönümlendi. Olmayacak. Ulusal kanallar için yapmaktan yana değilim. Çünkü oradaki diziler maalesef çok fena oluyor ama dijital kanallar için olursa ve güvendiğim bir yapımcı yönetmen, daha da önemlisi Nevzat’ı seven okurum olan bir yönetmen olursa çalışırım.

-Peki bu son Nevzat romanının diğerlerinden farkı ne?

Farklı çünkü beşinci Nevzat romanım sekizinci Nevzat kitabım. Bundan önceki hikaye ve romanlarda Nevzat dışarıdan bir anons geliyor, diyelim Tarlabaşı’nda bir cinayet var, bu cinayeti çözmeye çalışıyoruz. Ama merkezde Nevzat yok, merkez başka bir hikaye, suçla ilgili birşey. Bu hikayede merkezde Nevzat var. Yani başkahraman Nevzat. Başkahraman zaten Nevzat ama aynı zamanda entrikanın merkezinde Nevzat var. Olay örgüsünün başlangıcında bir iskelet buluyoruz. Fakat iskeletin kafasında bir kurşun deliği var. İncelerken birdenbire fark ediyoruz ki bu aslında yedi yıl önce Nevzat’ın karısıyla kızının öldüğü patlamayla bağlantılı. Ve böylece birdenbire Nevzat entrikanın merkezine geçiyor. Daha önce entrikayı çözen adamdı. Nevzat, Ali ve Zeynep. Ama bu romanda bunlar suçlular mı gerçekten olayı mı soruşutuyorlar, çok enteresan bir kitap.

- Romanlarınızdaki karakterler hakkında bir doktora tezine rastladım. Oldukça ilginç de bir başlığı vardı. “Beş eksenli kişilik analizi modeline göre Ahmet Ümit’in polisiye romanlarında suçlular”. Şimdi Polisiye romanda karakterler çok çabuk klişeleşme tehlikesiyle de karşı karşıya. Özellikle sizin gibi devamlılığı olan karakterler kurduğunuzda. Peki siz kendi karakterleriniz hakkında ne düşünüyorsunuz bu anlamda?

Şimdi karakter anlatırken önemli olan bir ruh göçünü sağlamak. Yani dışarıdan bir karakter anlatmak değil, diyelim ki olumlu yönleri ağır basan bir karakter var, kendi içinizdeki iyiliğe olumlu yönlere bakarak kötü bir karakter varken aynı şekilde. Ve hiçbir zaman karton karakter yaratmamak için salt iyi, salt kötü, korkak, cesur olmamalı. İnsan dediğimiz mahluk içerisinde iyiyi ve kötüyü yaratıcı ve yıkıcıyı bencil ve fedakârı içimizde taşırız. Ben karakterlerimi yaratırken böyle yaratırım. Yani bir katil deyince aa bu kötü bir insanmış diye yaratmam. O katilin içerisinde çok da iyi yanlar olabilir hatta belki de herkesten daha iyi bir yan olabilir. Yahut çok iyi biri görünen biri olabilir ama bu iyinin içerisinde elbette kötüler de olacak, kötülük de olacak. Çünkü roman dediğimiz şey büyük bir çatışmadır, düşüncelerin çatışması karakterlerin çatışması, olayların çatışması.

- Bir nevi iç dünyamızdaki farklı unsurların da çatışması yani?

Tam olarak öyle. Eğer romanlar karakter yaratamıyorsa o romanlar ölüp gider. Mesela hiç roman okumayan biri bile Don Kişot’u bilir. Sherlock Holmes++14:14. Raskolnikov, Zebercet dediğimizde insanın kafasında birşey canlanır. Önemli olan bu karakterleri yaratmak. Zor olan da bu. Yazar için gerçek yolculuk o karakterlerin ruhlarında yaptığımız yolculuktur. Kimi yazarlar uzun uzun o karakteri anlatır, ben böyle anlatmıyorum. Ben aksiyon içinde Hemingway gibi diyebiliriz anlatmayı, bir nevi o karakteri göstermeyi tercih ediyorum.

- Karakterlerin içinde yaptığınız yolculuktan ve gerçekçilikten bahsederken müthiş bir yere temas ettiniz. Mesela Nevzat’ta cinayet komiseri olamayacak kadar kibar bir kişi. Komiserler ince ruhlu olmayacak diye bir kaide yok tabii ama en Nevzat’ın en belirgin özelliği bu. Bu karakter özelinde tezatlığın çekiminden yararlanmış olabilir misiniz?

Siz yeni bir karakter yaratmak lazım. Yeniden bir Hercul Poirot yaratırsam bir anlamı olmayacaktır. Ben Türkiye’de yaşamış, Türkiyeli, annesi babası eğitimli olan bir adam yaratmak istedim. Ve bu adam duyarlı ince bir adam, çelişkisi de burada. Çünkü cinayetleri çözerken inciniyor çünkü biliyor ki aslında o cinayeti çözerken o anda binlerce cinayet işlenmeye devam ediyor. Biliyor ki bu bataklık kurutulmadan sivrisineklerle mücadele etmeye benziyor aslında. Asıl mesel şiddeti öldürmeyi insanın ruhundan kaldırmak, bunu. Musa peygambere gelen on emirden biri niye öldürmeyeceksin, o emirlere rağmen maalesef 3500 yıldan beri birbirimizi öldürmeye devam ediyoruz. Ve Nevzat bunun farkında. Bunun getirdiği bir hüzün var.

- Nevzat aynı zamanda bu cinayetleri de çözebilecek en donanımlı komiser. Ama kurgusal. Bir yandan da gerçek hayatta cinayetleri çözmek için polisiye yazarı kimliğiyle size başvurulması söz konusu. Bunu Üzeyir Garih cinayetinde gördük. Sizce bu vakada neden sizin görüşünüze başvurulmuş olabilir?

Ben deneyimli bir cinayet masası komiseri kadar çok şey bilmiyorum. Ama ben onlardan farklı olarak değerlendirebilirim çünkü onlar kriminalistik ve kriminoloji bilimini kullanıyorlar. Katili yakalamak için saç teli, parmak izi, ayak izi gibi bilgiler kullanıyorlar. Bense yazarken bunları da kullanıyorum. Ama başka bir şey de yapıyorum. Neden öldürürüz? Sorusunu cevaplamaya çalışıyorum. Bunun sosyolojik ve içgüdüsel nedenlerini arıyorum. Öldürdükten sonra katilin ne hissetmiş olabileceğini düşünüyorum. Yani bu katil suçluluk mu hisset mi yoksa aldırmadı mı, zevk mi aldı. Biz katillere baktığımızda da bunların hepsini ayrı ayrı görebiliyoruz. Buradan yola çıkarak edebiyatın asıl sorusu olan soruyu tartışmaya açıyorum. İnsan ruhu nedir? Bir İnsan bir insanı niye öldürür? Asla vicdan azabı duymaz, oh öldürmek güzelmiş deyip başkalarını öldürmeye devam eder. Aşık olduğu adam için çocuğunu öldüren kadınlar, yahut para için babasını, kardeşini öldüren insanlar, nasıl yapar bundan sonra yaşar mı yaşayabilir mi?

- Yani bir cinayetin anatomisi sizin için aynı zamanda insan ruhunun da anatomisi oluyor?

Tam olarak bu. Şimdi biz yazarlar insan ruhunu anlatırız. Bunu anlatırlarken de bazı olaylardan yararlanırız. Bu olaylardan en elverişlisi de cinayettir. Çünkü cinayte olduğu zaman maskelerimiz düşmeye başlar. Korkaksak korkarız, cesursak cesurca davranırız. O yüzden Shakspeare, Hamlet’te bir cinayet hikayesinden yola çıkarak bir prensin iktidar ilişkisini anlatır. Baba anne ilişkisini anlatır. Yahut Karamazov Kardeşler de yine aynı şekildedir. Ruhumuzun arkasında karanlık bahçeyle başa çıkmak her şeyden önemlidir.

-Bugünlerde yaşadığımız insanlık vahşetini ve sokaklara taşan şiddet olaylarını nasıl açıklıyorsunuz. Şiddet, şiddeti mi doğuruyor?

Bugün yaşadığımız çok haklısınız, bir cinnet çağı bu, bir vahşet çağını yaşıyoruz. Ama burada bir yanlış var. Biz insanı tarih boyunca yanlış tanımladık. İnsanı hep en iyi ve yetenekli varlık olarak gördük. Bu bir rönesans düşüncesidir, ama doğru değildir. Yeryüzündeki pratiğimize baktığımız zaman sadece kendimize değil, hayvanlara değil, doğaya da çok zarar verdik ve vermeye devam ediyoruz. O yüzden insanın çok ciddi bir eleştiriye ihtiyacı var. İnsanı acilen eleştirmemiz gerekiyor. Bu eleştiri insandaki kötücüllüğün kabul edecek bir eleştiri olacak. Bunun üzerinden ben tercih yapacağım, bunlar bunu yapıyorlar. Ben yapmayacağım, öldürmeyeceğim. O yüzden insana yönelik bu teşhisi çok doğru yapmamız gerektiğine inanıyorum ben, daha önce yanlıştı.

-İnsan Ruhunun Atlası kitabınızda Kafka’da ne gördüğünüzden bahsederken diyorsunuz ki “toplumsal sistemin baskı ve tehdidi altında yaşamaya çalışan insanın şaşkınlığını, arayışını ve korkularını dile getirir.” Bu baskıdan ve korkudan kastınız nedir?

Kafka Avusturya-Macaristan imparatorluğunda yaşıyordu ve yahudiydi, babası çok sağlıklı bir adamdı, Kafka ise cılız bir çocuktu. Hem bireysel, hem toplumsal hem ırksal olarak kendini büyük bir baskı altında hissediyordu. Ama bu Kafka’ya özgü bir şey değil. Eğer yaşadığınız toplum baskıcı bir toplumsa size özgürlük hakkı tanımıyorsa yani istediğiniz gibi giyinemiyorsanız, istediğiniz gibi kapanamıyorsanız, istediğiniz partiye oy vermekte sıkıntı yaşıyorsanız, görüşlerinizi dile getirmekte zorluk çekiyorsanız o zaman kendinizi büyük bir baskı altında hissedersiniz.

-Peki bu durumda neden cinayet romanı yazıyorsunuz diye sormak isterim.

Felsefeciler insanı tanımlarken insan düşünen hayvandır diye tanımlar yaptılar, bence insan sıkılan hayvandır. Hele benim gibi her şeyi iyi kötü yaşamış, çoğunlukla alnının akıyla çıkmış birisi için. Ben artık 64 yaşındayım, başımdan bin yılın macerası geçti. Şimdiyse sıkılıyorum, sıkıldığım için de polisiye romanları yazıyorum. Çünkü polisiye roman yazdığım zaman kendimi baş komiser Nevzat olarak buluyorum, ama katil olarak da buluyorum kurban olarak da buluyorum. Bütün o heyecanı, o süreci hiçbir riske girmeden kimse ölmeden, kimse beni öldürmeden, cinayet soruşturması yapmadan yaşamış oluyorum. Yazarken çok zevkli, birdenbire o hayat bitiyor ben başka bir karaktere dönüşüyorum, ruhsal göç gerçekleşiyor, kapıdan içeri giriyorum, bilgisayarın açıyorum, başkomiser Nevzat’a dönüşüyorum, müthiş bir şey bu.

-Bugün biz bu röportajı Beyoğlu’nda yapıyoruz ve Beyoğlu’nu en güzel anlatan romancılardan biri de sizsiniz. Beyoğlu ile nasıl bir bağınız var, anlatır mısınız?

Beyoğlu gerçekten çok özel bir yer. Dünyanın çok değişik yerlerini gördüm. Londra’da, Berlin’de böyle yerler gördüm, kültür sanat merkezi olan yerler, mekanlar...ama Beyoğlu olan gibi olanı yok. Niye yok? Çünkü orası steril bölgeler, gidiyorsun sanat, tiyatrolar müzeler, burada hepsi var ama burada arka sokakta cinayet işleniyor, uyuşturucu satılıyor, insanlar etini satıyor. Burada kaos, karmaşa, anarşi hayatın kendisi var. Ben burada yaşarken balkonda insanları seyrederdim. Öpüşerek geçen sevgililer, kavga ederek geçen sevgililer, insanlar, bankacılar, hocalar, rahipler, papazlar...İnanılmaz bir insan labirenti burası. Böyle bir yer yeryüzünde yok ve bence olması gerekeni söylüyor. Roma İmparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu niye büyük çünkü çok dilli, çok dinli, çok ırklı. Beyoğlu bize Osmanlı döneminden kalan çok önemli bir merkez. Osmanlı döneminde Beyoğlu Beyoğlu oldu gerçekten de.

- Burası değişirse artık Beyoğlu, Beyoğlu olmaktan çıkar dediğiniz bir şey var mı?

Ben geldiğimde buraya Beyoğlu biraz çökmüş bir yerdi. Fakat sonra 90’larda Beyoğlu adeta bir anka kuşu gibi kendi küllerinden doğdu. Şimdi yine işte deniyor ki Araplar çok geliyor filan bilmem ne, bozuldu Beyoğlu, hayır Beyoğlu kendini toplar, hiçbir şey olmaz. Sorun Arapların gelmesi değil, sorun öteki turistlerin gelmemesi. Araplar geldiği zaman Beyoğlu bozulmuyor, asıl herkesi dünyanın bütün insanları biz buraya çekebilirsek Beyoğlu asıl hüviyetine kabuşacak çünkü burası çok kültürlü, çok dilli bir yerdi. Geçen yüzyılın başında burada seksen dil konuşuluyordu. Şu küçücük alanda bütün ibadet merkezleri sinegog var, kilisesi var, camiler var, Galata mevlevihanesi var, aşağıda cemevi var. Yani Beyoğlu bu işte ve bunun için kıymetli.