Habertürk
Yerel Haber Hattı 0536 266 79 69
KONUŞMAYI BAŞLAT
Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

Seçim yapma edimi, özgürlüğümüzü kullanmanın en temel yollarından biri olarak kabul ediliyor. Ne var ki Renata Salecl, "Seçme İkilemi" adlı eserinde, bu özgürlüğün “gerçek mi yoksa bir yanılsama mı olduğunu” mercek altına alıyor. Salecl, modern kapitalist sistemde bireylerin karşılaştığı sayısız seçeneğin, onları tatminsizlik ve kaygıya sürükleyen birer tuzak olduğu tezini savunuyor.

SEÇİM YAPMAK ÖZGÜRLEŞTİRİR Mİ?

“Bu kitabın amacı, kim olmak istediğimizi seçme fikrinin ve ‘kendin ol’ buyruğunun nasıl olup da daha çok özgürlük getirmektense bizi daha kaygılı ve doyumsuz hale getirerek aleyhimize işlemeye başladığını incelemek (…) Saklı buyrukları, var olma kodlarını, filozofların ‘ideoloji’ dediği gizli gereklilikleri anlamak için bu apaçıklık ve verili peçesini kaldırmamız gerekir. Gündelik hayatımızda düşünmeden uyduğumuz o garip ama son derece mantığın farkına ancak o zaman varabiliriz.

Marketteki raflardan ev eşyalarına, telefon servislerinden giyim markalarına kadar her alanda bizi kuşatan seçenekler, özgürlüğümüzü artırmak yerine bizleri labirente mi hapsediyor? Evet kabul edelim, tükettiğimiz ürünleri seçmekte özgürlüğümüzü kullanıyoruz. Ne var ki bu özgürlüğün sınırları, ekonomik sistemin bizlere sunduğu seçeneklerle sınırlı oluyor. Başka bir deyişle, seçeneklerimiz ne kadar çok da olsa bir sistemin çizdiği sınırlar içerisinde var oluyor. Yazar buradaki sayısız seçeneğin yanılsama olduğunu ileri sürüyor. Seçim yapmak ve özgürlük arasındaki diyalektiği paradoksal olarak inceliyor: “Günümüzde birçok konuda bizi bunaltacak kadar fazla seçenekle karşı karşıyayız. Marketteki peynir veya deterjan reyonlarından ev eşyalarına ve telefon servislerine kadar tüketim ürünlerinde bizi zorlu seçimler bekliyor. Evet, tükettiğimiz ürünleri seçmekte –belli sınırlar çerçevesinde- özgürüz. Peki ya daha hayati meselelerde?”

Salecl, seçmeyi ve seçmenin her zaman insanların çıkarına olduğu fikrini kıyasıya eleştiriyor. “Seçme” dediğimiz şeyin nasıl temsil edildiğini tartışıyor. Ona göre yaşam tercihleriyle tüketici tercihleri aynı terimlerle tarif ediliyor. Bir tavsiye kültürü ortaya çıkıyor. Dolayısıyla eş arayışımız ve araba arayışımız arasındaki fark ortadan kalkabiliyor. Çünkü nesnelerin tüketimi aynı terimler ile ifade ediliyor. Öte yandan, Salecl’e göre ekonomik sistemin sınırları içinde seçim yapmak paradoksal olarak kişisel özgürlükleri belli bir seviyeye getirdi. Ne var ki, seçme davranışlarını şekillendiren “seçim ideolojisi”nin perde arkasına baktığımızda ise yetersizlik hissi, kaygı ve suçluluk hissini (seçim yaparken hata yapma hissi) görüyoruz. Bu durum sosyal değişiklikleri anlama noktasında bizleri sınırlıyor. Bu sınırlama konusunda ise Salecl, daha çok öz eleştiri yapmaya yöneldiğimizi ve sosyal eleştiriler yapmaktan kaçındığımızı vurguluyor. Kitap aslında “sosyal eleştiri” aracılığıyla yaşanılan sürecin meydana getirdiği olumsuzluğun bir tanımlamasını yapıyor.

Salecl, filozofların uzun zamandır kaygı ile seçim arasında bağı ifade etmesini ele alıp, seçim ideolojisine ilişkin şunları ifade ediyor: “Kierkegaard’a göre kaygı doğruca özgürlükten –olasılığın olasılığıyla yüzleşme- doğar. Sartre da bu fikre biraz cila atarak, uçurumun dibinde duran bir kişinin düşebileceğinden değil, kendisini uçurumdan aşağı bırakma özgürlüğünden dolayı kaygılandığını söyler (…) Seçim ideolojisi, olasılıkların çokluğu fikrine bel bağladığı için özgürleştirici görünür. Seçeneklerin çoğalmasıyla eski sınırlamalar ortadan kalkmışsa da, onların yerini hemen kendi kendine koyulan yeni yasaklar almıştır.”

SEÇME DAVRANIŞININ DERİN PSİKOLOJİSİ

Kitap, sosyolojik çözümlemeyle bakış açımızı değiştirip, “kültür endüstrisinin” bir eleştirisi olarak okunabiliyor. Salecl, psikanalist Lacan’ın kuramlarından yararlanıp bir örnek ile seçim yapmanın aynı zamanda kimliğimizi de belirlediğinin altını çiziyor. Örnek şu: Hapishane müdürü ölüm cezasından kurtulmaları için mahkumlara bir bulmaca sunuyor. Beş diskten üçü beyaz, ikisi siyah... Mahkumlar sırtlarına bir disk takıldığında kendi disklerini görmüyor ama diğerlerinin disklerini görebiliyor. Her mahkum da kendi disk rengini doğru tahmin etmek zorunda... Mahkumlar, diğerlerinin disk renklerine bakarak kendi disklerini tahmin etmeye çalışıyor. Bu örnek kişinin hem kendi kimliğini hem de ötekinin onun hakkında ne düşündüğünü anlama konusunu anlaşılır bir şekilde özetliyor. Çünkü bu durum seçimlerimize yansıyor. Kitap buna: “Başkalarının gözüyle seçmek” diyor.

Kitap bu örnekle Lacan’ın teorisini ele alıyor. Lacan, kişilerin kimliklerini nasıl oluşturduklarını inceliyor. Ona göre, bireyler kendilerini Büyük Öteki'nden (toplumun sembolik düzeni, kültür, değerleri, kurumlar, dil) bağımsız olarak tanımlayamıyor. Özne, yabancılaşarak ve kendilik bağlamında kendisiyle özdeşleşmesini aracılılar (dil, seçimler) yoluyla paradoksal olarak gerçekleştiriyor. Bu şekilde toplumun ona atfettiği kimliği üstleniyor. Toplum ve diğer bireylerle etkileşim içinde, birey kendisini belli sınırla içinde gözlemleyip, Büyük Öteki’nin beklentilerine göre kimliğini şekillendiriyor. Yapay olarak “kendine yatırım yap” psikolojisi inşa ediliyor. “Kendin ol” psikolojisi yaratılıyor. Ve yine çelişkili olarak kendi olma imkanı olmayan koşullar üzerinden “sen yetersizsin” bilinci pompalanıyor. Bu da bilgiye dönüşüyor. Salecl’e göre bu güvensizlik ikliminde kaygı kaçınılmaz olarak modern bireyin vazgeçilmezine dönüşüyor. Hatta ideal seçici olamamanın kaygısıyla sınırlanıyoruz.

Kitabın bir bölümünde eksiklik duygusunun varoluşsal bir durum olduğu mercek altına alınıyor. Lacan’ın "jouissance" kavramı eksiklik ve tatmin arayışı bağlamında anlatılıyor. Lacan’a göre, bireyin hayatında eksiklik olarak algıladığı şey aslında onun ayrılmaz bir parçasıdır. Bu eksiklik, bireyin hayatının arzu ve motivasyon kaynağı oluyor. Ne var ki, birey arzu ettiği şeye ulaştığında bile tatmin olamıyor ve arayış devam ediyor. Diyelim ki bir kişi, lüks bir arabaya sahip olmanın hayatında eksik olan mutluluğu getireceğine inanıyor. Bu araba, onun için bir tatmin aracı ve eksikliğini giderici bir nesne olarak görülüyor. Bu kişi, uzun süre bu arabayı elde etmek için çaba gösteriyor. Para biriktiriyor ve sonunda istediği lüks arabayı satın alıyor. İlk başta bu araba ona büyük bir mutluluk ve tatmin sağlasa da bir süre sonra, bu tatmin hissi azalıyor ve başka bir nesne veya deneyimin peşine düşüyor. Kitap sistemin bu olguyu araçsal olarak kullanıp, bireyi tüketime eklemlediğini belirtiyor.

Kitaptaki “ünlü kültü bölümü” de ana temayı çarpıcı bir şekilde anlatıyor: “’Şimdilerde psikanalistler her gün bu tür çarpıcı değişim talepleriyle, ‘Kendimi baştan yaratmak istiyorum’ diyen insanlarla karşılaşıyor. Psikanalizde amaç elbette hastanın değişim taleplerine yanıt vermek değil, bu arzunun arkasında ne yattığını anlamasını sağlamak. Ama plastik cerrahi hastanın bu çağrısına yanıt vermeye başladı; anında ve kapsamlı değişim vaadiyle kadiri mutlak bir bilim haline geldi. Kimliğini ifade etmesine uygun bir bedende yaşamadığını hisseden bir insan sürekli bedenini dönüştürme peşinde olabileceği gibi, hayatta üstlendiği diğer kimliklerden de yetersizlik duyabilir. Kimlik oluşturmada temel sorun şudur: Bir kişi mesela öğretmen, baba, koca veya müzisyen olduğunu söylemekte geçici bir teselli bulabilir. Ama bu kimliklerin hiçbiri o kişinin aslında kim olduğu konusunda her şeyi söylemez. Birey "kendisi olmak" için ne kadar uğraşırsa uğraşsın illaki başarısızlığa uğrayacaktır, çünkü içinde öyle kolayca dışsal bir kimlikle tanımlanamayan bir şey olacaktır.” diyor Salecl…

Salecl’e göre seçimler yapmak ile seçim hakkında düşünmek ayrı konudur. Kitap bu kapsamda okuyucuya derin analizler sunuyor. Kitabı bitirdiğinizde John Lennon’ın şu sözünü anımsayabilirsiniz: “Sen başka planlar yaparken / başına gelen şeydir hayat...”

ÖNERİLEN VİDEO