Milli Güvenlik Kurulu toplantılarını, medyanın ve kamuoyunun yüreği ağzında takip ettiği günler gerilerde kaldı. İyi ki de öyle oldu. Türkiye ilgisini gerçek sorunlara yöneltme imkanı buldu.

Kendi payıma MGK toplantılarını ve sonrasında ortaya çıkan bildiri metinlerini hiç aksatmadan takip etmeye çalışırım. İlk bakışta başlık ve sorunlara dair sanki tekrarlar varmış gibi bir hisse kapılırsınız. Şu bakımdan doğruluk payı vardır. Türkiye’nin etrafındaki sorunlar, özellikle de kendisini doğrudan ilgilendiren ana başlıklar hep sıcak gündemdir. Dinamikleri de öyle kısa sürede değişmez. Kıbrıs, Irak, Suriye ve terör gibi başlıklara neredeyse her toplantı sonrasında rastlarsınız.

Fakat daha yakından bakınca bu kritik toplantıların ardından şekillenen ifadelerin, aynı zamanda sorunlara dair yeni yaklaşımlar ve çözüm arayışları ifade ettiğini görebilirsiniz.

ASKERDEN SİYASETE MGK

1990’lı yıllarda Türkiye’nin özellikle Irak’ın kuzeyine yönelik politikası, siyasi irade tarafından Genelkurmay’a devredilmişti. Gerekçeleri ne olursa olsun bu durum, Türkiye’nin bölgeye yönelik hamlelerini “güvenlik” merkezli bir çemberin içine soktu. Siyaset-ordu ilişkilerinin tarihinde herhalde dikkatle incelenmesi gereken bir dönem olsa gerek.

2002 sonrasında, yani AK Parti iktidara geldiği andan itibaren de MGK toplantılarında neler yaşandığı yakın geçmişin refleksleri üzerinden hayli merakla takip ediliyordu. O dönemin toplantılarına dair zaman içinde ortaya çıkan bilgiler ve bazı tutanaklar, siyasi iradenin masadaki diğer muhatapları karşısında hızla inisiyatif aldığını, dolayısıyla politika belirleme süreçlerinde ciddi bir değişimin yaşandığını gösteriyor.

Tekrar Irak örneğine dönersek, 2006 itibarıyla MGK bildirilerinde ortaya çıkan ve Irak’taki geniş kesimlerle diyalog arayışına işaret eden vurgular, böyle bir dönüşümün de yansımasıydı.

MGK'DA LÜBNAN POLİTİKASI

Kendi metinlerinden hareketle ifade edersek, Milli Güvenlik Kurulu, alanında devletin en üst koordinasyon kurulu. Cumhurbaşkanı’nın başkanlığında iki ayda bir toplanıyor. Kendi tanımımla devlet aklının teşekkül ettiği en üst zemin. Bu bakımdan da hemen tüm kurumlardan gelen katkıların damıtılmasıyla karar süreçlerine yön gösterecek çalışmalar yapılıyor. Bizim gördüğümüz bildiriler bunların sadece küçük bir özeti.

2 Ekim 2024, yani dün yapılan toplantının sonuç bildirisinde terörle mücadele, Suriye, Irak ve Doğu Akdeniz’e dair vurgular var. En geniş madde ise Filistin halkına uygulanan soykırım ve kalıcı bir ateşkesin ardından barışın sağlanmasına dair.

Metinden şu alıntıyı yapmak istiyorum. “İsrail’in çatışmaları Orta Doğu’ya yayma hedefiyle Filistin topraklarının ötesine yönlendirdiği saldırıların engellenmesi hususunda, başta BM Güvenlik Konseyi olmak üzere mesuliyet mevkiinde bulunan aktörlere bir an evvel harekete geçme çağrısında bulunulmuştur.”

Bu anlam örgüsünün devamında Lübnan’a işaret edilirken “Türkiye’nin milleti ve devleti ile kardeş Lübnan halkının ve hükûmetinin yanında olacağı” vurgulanıyor. Bu cümlenin ifade ettiği politik çerçeve, İsrail’in Lübnan’a yönelik saldırılarının ardından Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın yaptığı resmi açıklamayla da ortaya konulmuştu.

Türkiye, bölgenin geleceğine ve barışa dair hamlelerini bir bütün olarak kurguladığı gibi, Lübnan konusunda “halkın ve hükümetin yanında olduğunu” ifade ediyor. Dünkü yazıda dikkat çektiğim hususu bir kez daha aktarmak istiyorum. Türkiye, İsrail’e karşı en net tavır alan, her zeminde bunu dile getiren ve uluslararası kurumları harekete geçmeye çağıran ülkelerin başında geliyor.

Diğer yandan, barışa dair çabalarında ve bölgede dengelerin kurulmasında kuşkusuz öncelikle kendi güvenliğini merkeze alarak hareket edeceği gibi; örneğin Suriye’de yeni bir dönemin kapısını aralarken geçmişteki sürecin muhasebesini yaparak ilerleyecek. Şam’ı baskı altında tutan aktörlerin (Rusya ve İran gibi) izlediği ve asla barışa hizmet etmeyen politikaların tekrarı ya da benzerinin peşinde değil Ankara.

HER KELİME HASSAS

MGK ve devlet politikalarının oluşumuna dair birkaç sözle tamamlamak istiyorum. Kuşkusuz devlet içinde pek çok kurum, siyasi iradenin sevk ve idaresinde Türkiye’nin geleceğine dair metinler ve öneriler üretiyor. Bunların bir bölümünden haberdarız, bir bölümü ise belli bir mahremiyete sahip.

Son bir yıl, özellikle de şu son bir aylık süre zarfında yaşananlar, bu yöndeki üretimlerin her zamankinden katbekat önemli olduğunu gösteriyor. Her kelime, her kavram ve yaklaşım, katsayısı ölçülemeyecek düzeyde etkiye sahip olabilir. Nerede, nasıl ve hangi hedefe yönelik kullandığınız çok önemli bu yüzden.

En fazla emek sarf edilen ve üzerinde hassasiyetle durulan konu, bulunduğumuz coğrafyanın da doğrudan etkisiyle dünyadaki bu büyük hareketlilik ve çatışma alanlarının genişlemesi karşısında duracağımız yerler ve alacağımız pozisyonlar. Çoğul olarak kullanıyorum. Çünkü birden fazla denklemin içinde olacağımızı düşünüyorum.

Unutmadan, 1 Ekim’de TBMM’de ortaya çıkan kareler, siyasi görüşler üzerinde değil, Türkiye’nin geleceğine dair bir uzlaşmanın işareti olarak çok değerli. Abartmadan ve kendimizi aldatmadan yeri geldiğinde bunu sağlayabilmek büyük katkı sağlayacaktır.