Kısa süre öncesine kadar Lübnan siyasetinin en güçlü aktörü olan Hizbullah, 17 Eylül’den bu yana hayli ağır darbeler almış durumda. Patlayan çağrı cihazları ve telsizlerle çok sayıda üyesi hedef alınan örgütün, sadece 10 gün sonra bu kez Hasan Nasrallah başta olmak üzere lider kadrosunun önemli bir bölümünü yitirmesi dengeleri alt-üst etti.

Esasen ortaya çıkan yeni durumun fazlasıyla karmaşık olduğunu düşünenlerden değilim. Gayet açık; ABD-İsrail ekseni İran’ın 1979 sonrasında peş peşe şekillendirdiği vekil güçleri köşeye sıkıştırmak, güçsüzleştirmek ve bulundukları ülkelerde Tahran’ın stratejik hedeflerinin parçası olmasını engellemek istiyor. Listenin ilk sırasına Lübnan’ı, hemen peşine Suriye, Irak ve Yemen’i yazabiliriz.

VEKİL GÜÇLERİN ORTAK ÖZELLİKLERİ

İran’ın bu ülkelerdeki “stratejik ortakları”nın her birinin hikayesi ve şekillenme süreci farklı olsa da, birkaç başlıkta ortak özelliklerine dikkat çekebiliriz.

Öncelikle bu yapılanmaların dikkat çeken ilk özelliği Şiilerin merkezde yer alması. Fars ve Arap Şiileri arasında önemli farklılıklar olsa da Tahran bu durumu kontrol edebildi. Bu kontrolün özellikle Irak örneğine yakından bakıldığında her zaman “gönüllü katılım”la gerçekleşmediğini de aktarmış olalım.

İkincisi, bu yapılanmaların gelişip güçlendikçe bulundukları ülke içinde adeta “devletimsi” bir karakter kazanmaları. Zaman içinde ise iktidara doğrudan ya da dolaylı ortak olmaları. Bu özellikleri daha az sorumlulukla daha fazla güç kullanmalarına kapı açıyor.

Üçüncüsü, İran rejiminin dini liderliği etrafında örgütlenen yapılarla, karar mekanizmalarından ekonomik yardımlara kadar kurdukları organik bağ. Tahran bu örgütlerin liderliğini yerelde oluşturmalarının önünü hep açık tutsa da, karar süreçlerinde paralel bir kontrol mekanizmasını hep işler halde tuttu. Burada bir hedef ortaklığı olduğunu da hatırlatmak da fazla olur sanırım.

BİZİ NEDEN İLGİLENDİRİYOR?

Bu ayrıntıları aktarmamın ise iki nedeni var. Öncelikle devlet içinde devlet gibi hareket eden bu yapıların geleceğine dair öngörülerde bulunabilmek. Hizbullah başta olmak üzere, var olan güçlerini ne kadar koruyabilecekleri, bir değişim süreci yaşayıp yaşamayacakları tüm bölgenin kaderini ilgilendiriyor.

İkincisi, bu tür devletimsi yapıların sadece İran’la bağı olanlar üzerinden okunması ciddi bir eksiklik olur. Bağları, misyon ve hedefleri farklı olsa da Suriye’nin ve Irak’ın kuzeyindeki yapıların da bu yönüyle dikkate alınması gerekiyor. Irak’taki Bölgesel Kürt Yönetimi’nin, halihazırda Türkiye’yle iyi ilişkiler içinde olması, onu bu tartışmada en azından bizim açımızdan farklı bir yerde tutuyor.

Oysa Suriye’nin kuzeyinde “uydu devlet tehdidi” olarak tanımladığımız PYD/YPG’nin, Türkiye ve bölge açısından karşılığı çok farklı. Üstelik ABD yönetimi, Ankara’nın tüm itirazlarına rağmen bu yapıyı askeri, siyasi, ekonomik ve istihbari olarak açıktan desteklemeyi sürdürüyor. Dolayısıyla ister uydu, isterse devletimsi olarak adlandıralım, etrafımızı sarıp sarmalayan bu tür yapıların geleceğine daha fazla kafa yormamız gerekiyor.

İRAN KURTULMAK MI İSTİYOR?

Kuşkusuz Tahran yönetimi de, uzun yıllar kendisine yönelik pek çok tehdidi siyasi sınırlarının dışında tutmasına sağlayan vekilleriyle ilgili yeni bir dönemin başladığının farkında olmalı.

Öncelikle her birinin İran açısından ağır bir ekonomik maliyeti var. Bunun ülke içinde giderek daha fazla tepki aldığı da ortada. Ancak aynı zamanda siyasi anlamda da ülkeyi kuşatan tehditlerin de bu yayılmacı stratejinin sonuçları olarak görülmeye başlandığını da söyleyebiliriz.

SURİYE NE YAPACAK?

Dikkatle izlenmesi ve elbette Türkiye’nin çıkarlarına uygun analizler yapılması gereken asıl başlık, bu süreçlerin sanıldığından çok daha yavaş ilerleyen, beklenmedik yönlere savrulabilecek özellikleri olduğu. Başkentler üzerinden ifade edersek, Tahran yönetiminin, Beyrut’ta, Şam’da ve Bağdat’ta elde ettiği iktidar alanlarını kolayca terk etmesi kolay değil.

Suriye açısından, Arap dünyasıyla, özellikle de Suudi Arabistan’la yakınlaşma süreçleri, İran’la ve ona bağlı yapılarla mesafe koyması için yeterli alan açabilir mi? İsrail, Lübnan’a saldırırken eşzamanlı olarak Suriye’de ortaya çıkan patlamalar, İran’ı hedef aldığı kadar, Esad yönetimine de bu yönde mesaj mahiyetinde.

ANKARA-ŞAM VE BÖLGESEL BARIŞ

Şu günlerde sıkça dile getirilen "Türkiye-Suriye ilişkilerinin artık liderler düzeyinde ele alınması gerektiği" de, bu denklemin dışında düşünülemez. Ancak sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yer misali, Türkiye bu saatten sonra kuracağı ilişkilerin doğrudan bir tarafın aleyhine şekillenmesine izin veremez.

Ankara-Şam hattında başlayacak yeni dönemin, bölge barışına nasıl katkı sağlayacağına gelince.

Gazze’den Lübnan’a uzanan İsrail işgalini durdurabilecek süreçlerin önünü açmak; Lübnan’da temsil genişliği ve derinliği olan yeni bir hükümet modelinin kurulmasına katkı sağlamak; ayrıca doğrudan Türkiye’yi tehdit eden sorunlarda çözüm alanlarını genişletmek.

Çok hassas ve bir o kadar da provokasyonlara açık olabilecek bir süreç bu. Sakin ve geçmişin hatalarından ders çıkararak yönetebildiğimiz takdirde, bugün bize yük ya da tehdit gibi görünen başlıkların gücümüz haline geleceğini öngörüyorum.