Ortaokul öğretmeninin resimlerin altına yazı yazmaması için uyardığı Orhan, önce dünyaca ünlü bir yazar olan Orhan Pamuk’a, sonra da bir “İstanbul ressamına” dönüştü. Üstelik üzeri yazılı olan resimleriyle…Pamuk, içine sığamadığı kalıpları kendi hikayesinde nasıl aştığını Habertürk’e açıkladı.
Orhan Pamuk ünlü bir yazardan çok daha fazlası, bir fotoğrafçı, illüstratör, küratör, müze kurucusu ve ayrıca bir ressam. Üstelik o, yazarlığının gölgesinde kalan ressam kimliği gibi herkesin içinde birden fazla sanatçı yaşadığını düşünüyor. Sanatçının bir yazar olarak portresi, herkes gibi çevresinden, sokakta tanıştığı insanlardan, okuduğu gazetelerden, baktığı manzaradan etkilenmiş. Ama onun hikâyesinde öyle bir kırılma noktası var ki, resimlerini sergilemeyi senelerce sırf bu yüzden ertelemiş gibi görünüyor. Yaptığı ağaç resminin altına “ağaç” yazdığı için öğretmeni tarafından arkadaşlarının önünde utandırılan Pamuk, 60 yıl “inatla” resimlerinin üzerine yazdığını ama bunları kimseye göstermediğini itiraf ediyor.
Orhan Pamuk bugünlerde Almanya’nın Münih kentinde, Leihhaus Müzesi’nde açtığı “Şeylerin Tesellisi” sergisinde “çocukken içinde ukde kalan ressamlığını” ilk kez “gizli bir gururla” gözler önüne seriyor. Sergide daldan dala sanatın her kulvarında gezinen Pamuk’un resimlerinin yanı sıra vitrin üslubuyla ürettiği yeni eserleri de var. Bu eserler, hikâyelerini nesneler üzerinden anlatan sanatçının iç dünyasına ve çalışma biçimine ışık tutuyor. Ama en az bunun kadar İstanbul’un ve Türkiye’nin kültürel, sınıfsal, siyasi ve toplumsal tarihini de aydınlatıyor. Pamuk, sergisindeki eserler aracılığıyla kültürel değişim, oryantalizm, oksidentalizm gibi ezeli meselelerimizi hafıza ve kurgu üzerinden yeniden ele alıyor. Onun bir sır verirmiş gibi söylediğine bakmayın; çünkü Orhan Pamuk gerçek bir “ressam” ve çok daha fazlası…
- Yazmak dışında pek çok sanatsal alanda etkinliklerinizi izliyoruz. Nesneler, imgeler ve metinlerden kolajlar şeklinde yapılan eserlerle Masumiyet Müzesi’ni ve şimdi de resimlerinizi paylaştığınız “Şeylerin Tesellisi” sergisini açtınız. Müze kurmak, sergi açmak sizin için romanlarınızdaki kavramsal ve görsel dünyayı yansıtmanın bir yolu mu?
Ben 24 yaşıma kadar bir mühendis ailesinde büyüdüm ve mühendis ailesindeki kara koyundum. Sonra İstanbul adlı kitabımda anlattığım gibi kafamda bir vida gevşedi ve yazar oldum, romancı oldum. Ama 40 yaşında içimdeki ressam dirildi ve bir şeyler yapmak istedim. Bunun bir formülü de bir romanla bir sanat eserini birleştirmekti. Bana kalırsa Masumiyet Müzesi, yani Çukurcuma’daki gerçek müze bir çeşit kavramsal yerleştirme, enstalasyon diyorlar ya aynı zamanda bir roman. Ama müze romanı resimlemiyor, anlatmıyor ya da roman müzeyi açıklamıyor. İkisi arasındaki ilişki zaten romanın son, beş-altı bölümünde aşık Kemal, sevgilisi Füsun’un eşyalarını ararken anlatıyor. Müzelerle romanlar arasında çok benzerlikler vardır. Ama müzeler romanların resimlenmiş şekilleri değildirler. Masumiyet Müzesi bir roman ve bir müze olarak aynı hikâyeyi ele alıyor ama bambaşka şekilde yaklaşıyorlar birbirlerine. Müzelere yalnızca bildiğimiz konuları resim olarak görmek için gitmeyiz, tıpkı romanlar gibi şimdiden kaçmak bu zamanın içinden başka bir zamana sıçramak için de gideriz.
- Masumiyet Müzesi’nin roman ve müze olmak üzere birlikte düşünülmüş bir proje olduğunu biliyoruz. “Şeylerin Tesellisi” sergisini nasıl bir çerçevede düşünüldü?
“Şeylerin Tesellisi” sergisi daha önce daha küçük bir şekilde Dresden Müzesi’nde açılmıştı. Sonra aynı sergi 90 metrekareden 270 metrekareye çıkınca benim eski sanat defterlerim, yıllar boyunca gizli gizli defterlere yaptığım şeyler, guajlarım, suluboyalarım, sanat defterlerim, karalama defterlerimi eskiz defterlerimi onlara gösterdim. Onlar da bu malzemenin içinden bir yerleştirme yaptılar. Mesela, ben Veba Geceleri romanımı yazarken resimlerini yapardım. Bunlar, roman sahnelerini resimleyen resimler değildi, kafama takıldığı gibi yapardım. Ama bunlar Abdülhamit’in sağ olduğu bir dünyadan çıkma resimlerdi ve o resimleri yaparken de Abdülhamit’in fotoğraf albümlerinden de çok yararlandım.
- Bu müzenin dünyayı gezmesinin önemi nedir sizce?
Tabi ki Dresden’de küçük bir girişim olarak sergimin başka müzeler başka şeylere genişleyerek Portekiz’den Çek Cumhuriyeti’ne başka ülkelere davetler alması, büyümesi, benim dolaplarımda gizli gizli yaptığım resimlerin de ortaya çıkması benim gururumu okşuyor. Ben de insanım. Çocukluğumda ressam olmak istemiştim, romancı oldum. İçimde bir ukde kalmış olabilir. Bunlardan zevk alıyorum. Ben romanlarımı başkaları okutacak diye kafamı kaşıyarak yapıyorum, resimlerimi kimse görmeyecek diye daha rahat yapıyorum. Ama şimdi resimler de ortaya çımaya başladı. Hayır da diyemiyorum.
- Serginizi açarken “Yazar olmak için içimdeki ressamı öldürmeye çalıştım” dediniz. Eserlerinizde ya da hayatınızda resim yapmak ve roman yazmak bu kadar iç içe var olurken bunları birbirinden nasıl ayırt ediyorsunuz?
Resim yapmak da roman yazmak da içimden geliyor. İkisinden de çok zevk alıyorum. Resim yaparken daha sorumsuzum, daha rahatım, tıpkı duş yaparken şarkı söyleyen bir erkek gibiyim. Ne yaptığımı bilmiyorum. Söylediğim şarkının da kaydedilip bir yerde dinletileceğini asla düşünmüyorum. Onun için doğru yanlış ne yaptığımı fazla kafa yormuyorum. Roman yazarken yalnızca kendimi ifade etmiyorum. Ayrıca toplumu da ifade ettiğimi, Türkiye’nin ne kadar sorunu varsa laiklikten Osmanlıya, Batılaşmadan Doğululaşmaya, içimizdeki kavgalardan gelecek tasarılarına bizim sorunlarımızı tanıdığım için bunları kitaplarımda bir entelektüel gibi düşüne düşüne yapıyorum. Resim yaparken daha az entelektüelim, daha çok bir zanaatkarım, elim yapıyor resmi, kafam değil. Zekâm ve kültürüm değil. Bu konuları aslında Benim Adım Kırmızı romanımda anlattım. Benim içimde hem bir romancı var hem bir ressam var. Ama düşünüyorum da herkesin içinde var. Ama resim ayrı sanattır, edebiyat ayrı sanattır, bunların ikisini aynı anda yapmayın diyenler var. Ortaokulda bir resim öğretmenimiz vardı, ben bir ağaç resmi yapardım, altına da “ağaç” diye yazardım. Öğretmenim de resmimi kaldırıp sınıfa göstererek “arkadaşlar bakın ne güzel yapmış ama üstüne ağaç diye yazmış, resimlerin üzerine yazı yazılmayacak” derdi. Ben de inadımdan 60 yıldır resim yapıyorum üzerine de yazı yazıyorum. Masumiyet Müzesi de aslında edebiyatla resmi bir birleştirme çabasıdır ve bunlar sanıldığı gibi birbirlerinden o kadar uzak değildir.
- Ressamlık yönünüze gelecek olursak, 35 sene sonra…
50 yıl sonra, 22 yaşındaydım, şimdi 72, utanmıyorum yaşımdan evet. (Gülüşmeler)
- Peki yarım asırdır göstermediğiniz bu yönünüzü şimdi dünyanın görmesini neden istediniz?
Güzel bir soru. Niçin 50 yıl dolaplara resim yaptım, hatta ilk başlarda hiç yapmıyordum, içimdeki ressamı öldürmüştüm, sonra 50 yıl saklamıştım, şimdi ortaya çıkarıyorum? Buna gerçekten gurur, insani zaaf da diyebiliriz. Ama unutmayın, ben Masumiyet Müzesi diye bir müze açtım, bu gerçekti ve çok sayıda ziyaretçileri var. Şu an bir toplumsal imge oluştu romancıdan ayrı, Orhan Pamuk da işte çağdaş bir sanatçı diye. Dünyadaki müze küratörleri yöneticileri tanıyorlar beni, buraya onlar davet ediyorlar. Ben gideyim de sizde sergi açayım demedim, onlar bana geldiler. Avrupa’nın önemli müzelerinden, Portekiz’den Paris’ten, Dresden’den Leihhaus’dan Picasso Müzesi’nden insanlar bana geliyorlar ve ben de onlara hayır, istemem ben romancıyım demiyorum tabii ve çocuksu bir gurur duyuyorum. Biraz da ressam sanatçı arkadaşlarımdan utanarak beni çağırıyorlar, gidiyorum. Acaba yanlış bir şey mi yapıyorum diye ağızlarını arıyorum, soruyorum. Çok dikkatliyim ama bu ilgiye hayır demek de zor.
RESMİN ÜZERİNE YAZI YAZAN RESSAMLAR SERGİSİ
- Resimlerinizde dikkatimi çeken bir şey var. Belki de ortaokul öğretmeninize inat bilmiyorum ama serginizde yazısız tek bir resminiz, resimsiz tek bir yazınız bile yok. Bu temayülünüzü nasıl açıklarsınız?
Bana kalırsa insanoğlu modern çağlarda ve özellikle Avrupa’da resimle yazıyı birbirinden ayırdı. Bakın Çin rulo resimlerine, oranın hanı padişahı resimlere bir damga vuruyor, kendi de bir şey ekliyor. Ya da bizim Divan şairleri… Divan şairlerinin kendisi yazıyor dörtlüğü, padişah imza atıyor bir de ona bahşiş veriyor. Yazıyla resim, aslında Doğu’da hala birlikte gidiyor. Bir gün resmin üzerine yazan ressamlar sergisi yapmak isterim. Magritte’den Ansen Kiefer’e, Çin resminden Japon resmine inanılmaz bir şekilde resmin içine yazma ya da yazının içine resim gömme tarihi vardır insanoğlunun. Resimler ayrı yere yazılar ayrı yere, yanlış yapıyoruz. Aslında hepimizin içinde bir ressam ve bir yazar vardır. Mesele kendimizi hem yazıyla hem resimle ifade etme rahatına kavuşabilmek…Çünkü kendini ifade edebilmek insanoğlunun en büyük, en derin isteğidir.
- Bir söyleşinizde yazarlığınıza atfen “bunu bilinçli düşünmemiştim ama bir İstanbul yazarı oldum” demiştiniz. Merak ediyorum, acaba resim yaptığınızda da bir İstanbul ressamı mı oluyorsunuz?
Aslında ressamlığım da tıpkı romancılığıma benzedi. Ben hanemde, çevremde, sokaklarda yaşadıklarımı ve gazetelerde okuduklarımla biraz herkes gibi ilgilenip bunları yazıyordum. Romanlarımı ve insanlığı anlattığımı düşünüyordum ama ben hep İstanbul’da yaşadığım için Batı’da kitaplarım çıkınca “aa İstanbul’u anlatıyor İstanbul yazarı” dediler. Aynı zamanda talihli bir insanım. İstanbul’un girişini, Marmara Denizi’ni, Haliç’in girişini gören bir yerde oturuyorum. Bu manzarayı da resimlerken İstanbul resmi yaptığımı düşünmüyordum. Yani en fazla İstanbul’un siluetini yaptım diye düşünüyordum ya da onlardan daha çok gemi resimleri yapıyordum. Birdenbire bu sefer “İstanbul ressamı” oldum. Ama bu konuda yazarlığımdan daha çekingen, çok daha mütevazi ve dikkatliyim.
- Peki nasıl tepkiler aldınız sergide?
Serginin açılışı çok kalabalık oldu. O beni mutlu etti. Sonra Almanya’nın en büyük gazetelerinde çok güzel yazılar çıktı. O yazıların da Türkiye’de tanınmasını bilinmesini istiyorum. Şu ana kadar gelen tepkiler her şeyi ile uygun ama haklı olarak bazı ressam arkadaşlarım şöyle de düşünebilirler, haksız da değiller. “Abi sen tabi romancı olarak çok ünlüsün bu kalabalık senin edebiyatına geliyor” diyorlar. Olabilir. (Gülüşmeler)
- Serginize ismini veren “Şeylerin Tesellisi” aynı zamanda Masumiyet Müzesi romanında bir bölüm ve müzenin de eseri. Masumiyet Müzesi ile “Şeylerin Tesellisi” sergisi arasında nasıl bir ilişki kuruyorsunuz?
Şeylerin Tesellisi sergisi, belli ki Avrupa’da gezecek uzun bir süre. Kimi zaman biraz daha büyüyecek daha da çok malzeme olacak. Ama serginin kalbi İstanbul’daki Masumiyet Müzesi’ndeki 40 kutunun seyahat etmesi. Ona her gittiğiniz yerde şehirde Prag, Paris, Lizbon, Dresden yeni bir malzeme ekliyoruz. Bu serginin üçte birini halihazırda müzeden gelen eserler oluşturduğundan İstanbul’da yüz metre ötede açılması anlamlı değil. Bunun için Masumiyet Vakfı takımı olarak daha yıllarca eser üretmemiz gerekiyor. Benim çok hoşuma gidiyor bu. Ben içimdeki ressamın öldüğünü sanmıştım, 45 yaşındayken dirildi. Şimdi hem roman yazıyorum hem eser üretiyorum. Evet, vaktim yok, çok çalışıyorum ama çok da mutluyum.
SERGİDE SADECE GİZLİ KALMIŞ RESİMLERİ DEĞİL BİLİNMEYEN YAZARLIK DÜNYASI DA VAR
- Sergide çizimleriniz ve eserleriniz haricinde bir de Ali Kazma’nın sizin yazım dünyanızı kurguladığı “Mürekkep Evi” adlı çağdaş sanat video yerleştirmesi var. Kendi yaşamınızı bu pencereden görmek nasıl bir his?
Şu söyleşiyi yaptığımız Cihangir’de benim 20 yıldır oturduğum ve içinde 22.000 kitabım ve bir sürü eşyam koleksiyonum olan apartman binası bina çok çürük olduğu için devlet tarafından tahliye ediliyor. Ben bunun böyle olacağını tahmin ettiğim için çok değerli çağdaş video sanatçısı Ali Kazma’yı aradım. “Abi yakında burası gidecek, bak ne kadar ilginç bir yerde yaşıyorum. Bununla kendi kendine yaratıcı bir şey yaparsın” dedim. O da buraya 70 gün, 200 saat vererek çok güzel bir çağdaş sanat yerleştirmesi yaptı. Bu da şimdi bizim sergiyle birlikte geziyor. Burada kendimden değil, benim içinde yaşadığım mekândan ve kendi görsel dünyamdan Ali’ye bir şeyler verdim. Onları açtım ortaya ama kendi manevi dünyamı açmadım. Ali’nin yaptığı çağdaş sanat video yerleştirmesinde benim sesimi çok az duyacaksınız ama denizin sesini, martların sesini ve Ali’nin ince duyarlılığını hissedeceksiniz.
"BEN BİR EV KEDİSİYİM"
- Mekâna verdiğiniz önem nereden geliyor?
İçinde yaşadığım yere ben değer veririm çünkü basit bir şekilde söyleyeyim, ben bir ev kedisiyim. Bazen üç gün sokağa çıkmam. Evin içinde spor yaparım. Evimin güzel olmasını, değer verdiğim kitaplarla hatıralarla birlikte yaşamayı severim. Ayrıca tahtaya vurayım, çok talihli bir insanım. İstanbul’un en güzel manzarasına bakan bir yerde yaşıyorum. Evim bana yetiyor. En sevdiğim şey saatlerce İstanbul’da yürümektir. Ama evimin de güzel olmasını severim. Son yirmi yıldır kitaplarımın başarısı da bana eşya almaya, kitap almaya, evimi ilginç kılacak düzenlemeler yapmaya imkân tanıdığı için de müteşekkirim.
“HARBİYE MÜZESİNDEKİ ESERLERİ İNSAN HİKAYELERİYLE ANLATMAK İSTERDİM”
- Kişisel tarih sizce neden sergilenmeli?
Tarih önemlidir, kişisel tarih değil. Ama büyük harflerle yazılmış Osmanlı Tarihi, İstanbulluların Tarihi değil. Masumiyet Müzesi’ni açtığımda niçin küçük müzeleri tercih ettiğimi, insanoğlunun geleceğinin küçük müzelerde olduğunu ayrıntılı bir şekilde anlattım. Eskiden epikler vardı. Epikler; milletlerin, takımların, grupların orduların tarihini verir. Bence müzeler, bireylerin tarihini vermelidir. Nasıl edebiyat epikten romana bir milletin tarihinden bireyin tarihine geçerek üstelik de önemsiz bireyin tarihine geçerek bize günümüze daha modern bir şekilde seslendi, biz burada 100 yıldır nasıl yaşıyoruz bu da bir tarihtir: “Kültürel tarih”. Bu ancak kişiler üzerinden ifade edilirse ilginç olur. Mesela Harbiye’deki Askeri Müze’yi severim, çok zengindir ve bence turistler tarafından ihmal ediliyor ama öte yandan oradaki koleksiyonu ona bölüp bir insanın üzerinden anlatmayı tercih ederdim.
"KOLEKSİYONCULAR KALBİ KIRIK İNSANLARDIR"
- Nesneler bize nasıl bir teselli verir?
Bir sinemaya gideriz, bileti cebimize koyarız, belki de sonra cebimizin bir kenarında kalır. O bilet 20 sene o cepte kalır sonra o paltoyu tekrar giydiğimizde “aaa Konak Sineması şu film” deriz. 20 sene sonra o bilet sayesinde kesinlikle unuttuğumuz filmi hatırlarız. Filmin sahneleri bize geri gelir. Fransız romancı Marcel Proust, madlen dediğimiz bir kurabiye yer ve bütün geçmiş, kendisi niyet etmeden geriye gelir. Eşyalar önce bize hatıralarımızı tetiklediği, unuttuğumuz ve unuttuğumuzu bilmediğimiz şeyleri bize hatırlattığı için önemlidir. İkincisi eğer hayatta arzuladığımızı elde etmek istediğimiz bir kız, bir iş, bir başarı var ve bunu elde edemiyorsak ve daha da kötüsü bunu kaybediyorsak içimizdeki acıyı eşyalara akıtırız ve eşyalar üzerinden kendimizi teselli ederiz. Masumiyet Müzesi romanında her bir koleksiyoncunun -koleksiyoncular genellikle erkek olur- arkasında kalbi kırık bir erkek olduğunu anlatmaya çalıştım. Kalplerimiz kırılır, hayat bize istediklerimizi vermez -bu istediğimiz bir ütopya da olabilir, milliyetçi ya da dinci bir ütopya ya da bir kadına aşığız yahut zenginlik arzusu olabilir- içimizde bir yara belirir ve bu yarayı eşyalara akıtırız. Sahip olmadığımız kadın, para ya da ideal yerine eşyalarla oyalanmak isteriz. Masumiyet Müzesi, bu toplayıcı ya da eşyaların teselli gücü mekanizmasını irdelemek için de yazıldı. Tabii böyle ciddi şeyler için yazmıyorum bu romanları, aşk romanı yazıyorum ama kafamın bir köşesini bunlar meşgul ediyor.
"BASİT SANDIĞIMIZ KOLEKSİYONLAR EŞSİZ BİR BİLGİ KAYNAĞI OLABİLİR"
- Bahsettiğiniz aynı zamanda müzeciliğin ruhunda var olan bir şey değil mi?
Bana kalırsa koleksiyonculuk insanlığın özünde var. Ama insanlar sadece koleksiyon yapayım diye eşyaları yan yana getirmezler. Toplarlar, işte ne yaptığını bilmeden. Bir acısı vardır, onlarla oyalanır. Gazoz kapağı toplardım ben de çocukla. Yani ruh olarak gerçek bir toplayıcı değilim. Ama Batı medeniyetinde aklınıza ne geliyorsa isterseniz gazoz kapakları, eski telefonlar, sinema biletleri, futbol biletler ya da çikletten çıkan artist resimleri, birisi bunu toplar. Hatıra değeri olduğu için, bilmediği bir acısı olduğu için… Ama sonra devlet ya da bir özel girişim ya da Avrupa’nın yaptığı bunun birleşimiyle bunu alır ve sergiler. Bizim kirli, manasız, saçma hatta utandığımız koleksiyon çok değerli bir bilgi kaynağına, bir ansiklopediye, bir sanat eserine dönüşür. Daha yukarı çıkarılır. İnsanoğlunun müzeleri keşfetmesi çok erken bir tarihte oldu. Ama son 30 yılda müzeler yalnızca geçmiş eşyaların saklandığı depolar olmaktan çıktılar, günümüzü geleceğimizi tartıştığımızı toplumsal arenalara, forumlara, tartışma mekânlarına dönüştüler. Onun için de müzeleri önemsiyorum.
“KİMSE DUYMASIN AMA BEN BİR RESSAMIM”
- Peki ressam arkadaşlarınızdan nasıl tepki aldınız?
İşte bu zor bir soru. Şimdi kapayalım bunu, kaydetmiyor değil mi, ressam arkadaşlarım duyacaklar. (Gülüşmeler) Ressam arkadaşlarıma çok değer veriyorum, onların eleştirilerini almak istiyorum, onları dinliyorum onlara çok saygılıyım ve kendimi özellikle bu konuşmada da ressam olarak ortaya koymak istemiyorum ama kimse işitmesin, ben ayrıca bir ressamım.